Merhaba kıymetli dostlarım, ben Umut Bural. Bugün Cumhuriyetimizin 100. yılı vesilesi ile birtakım kavramları ele almayı, sizlerle beraber düşünsel bir yolculuğa çıkmayı arzuluyorum.
Bu yazımızda bireyden topluma doğru yolculuğumuzu ele alacak, birtakım fikirleri tartışacağız. En nihayetinde 100. yılını kutlama coşkusu içerisinde olduğumuz Cumhuriyetimiz hakkında konuşacağız.
Bireyden Birliğe Yolculuk
Bir görüşe göre insanlığın ellerini kullanmaya başlaması iki ayağı üzerinde durmasını sağlamıştır. İki ayak üzerinde durmak pelvisi şekillendireceğinden doğum kanalları daralır ve insan yavrusu erken doğum yapmak durumunda kalır. Birkaç saat içerisinde yürümeye başlayıp sürüye katılan türlerin aksine insan yavrusu uzun yıllar boyunca hayatta kalabilmek için bakıma ihtiyaç duyar.
Belki de dünyaya aciz bir varlık olarak gelmesi onu gelişime açık hale getirir ve temel ihtiyaçlarını karşılayan annesine karşı birtakım duygular hissetmeye başlar. Hayatta kalabilmek için ilk “ilişkisini” kurup çevresini gözlemlemeye başlar.
İnsan yavrusu diğer canlılardan farklı şekilde karşısındaki kişi parmağıyla bir yeri gösterdiğinde parmağına değil, gösterdiği yere bakabilir. Canlıların neredeyse tamamından farklı olarak karşısındaki kişinin gözünü takip ederek onun nereye baktığını anlayabilir. Bir nevi karşısındakinin zihnini okur.
Zaman biraz daha ilerlediğinde keskin pençe ve sivri dişlerden yoksun olduğundan diğerleri ile “iş birliği” yapıp avlanmayı öğrenir. Bir diğerinin çocuklarına bakar, biri uyurken diğeri için nöbet tutar. İnsanlar bu şekilde, doğuştan sahip oldukları dezavantajlarının üzerine, birbirleriyle iş birliği yaparak ve güven duymayı öğrenerek çıkarlar.
Dunbar Sınırı
Bir grubun birbirine duyduğu güven yine grup üyelerinin birbirlerini tanıyabilmeleri sayesinde mümkün oluyor. Peki ya Antropolog Robin Dunbar‘ın öne sürdüğü, maksimum anlamlı bağ kurabileceğimiz 150 kişiye ulaşırsak ne olur? 151. kişinin bizim grubumuzdan olup olmadığını nasıl anlayabiliriz?
Az önce bahsettiğim konuya geri dönelim. İki insan dikkatlerini ortak bir nesnede toplayabilir. Bu sayede iki insan arasında “ortaklıklar” oluşur. Buradaki keşfimiz bir nesnenin iki kişi için ortak anlam ifade edebilmesinde yatıyor. Bu, başlangıçta bir dal parçası olabilirken bir süre sonra komik bir anı “paylaşılabilir” hale geliyor.
Gruptaki üye sayısı 150’yi geçtiğinde ise semboller aracılığıyla farklı ortak nesneler kullanmaya başlanıyor. Bu ortak nesne dövme, elbise, yüze sürülen bir boya olabilir ve kişinin “grubumuzun içinden ya da dışından” olup olmadığını bize gösterebilir.
Grubunuz haricinde insan toplulukları olduğunu ve artık tehdidin kişiliğinize değil grubunuza yönelik olduğunu düşünün. Böyle bir durumda kolayca taklit edilen bir boyaya ya da elbiseye değil de farklı “şifrelere”, yalnızca o grubun üyelerinin anlayabileceği sembollere ihtiyaç duyarsınız. Belki bunu “dil” aracılığı ile gerçekleştirirsiniz ve dış gruptakilerin sizi anlayamamasını sağlarsınız.
Hikayeler ve Toplum
Dil, ortak yaşam deneyiminin bir meyvesi olarak ortaya çıkan semboller yığınıdır ve insana yeni semboller yaratabilme kapısını aralayan bir mucizedir. Ortak bir yaşam alanındaki insan grubu dil aracılığıyla deneyimlerini birbirlerine anlatmaya ve birbirlerinin deneyimlerinden ders çıkarmaya başlayabilir.
Belirli bir amaç için bir araya gelen sınırlı sayıda insan “ortak yaşam deneyimlerini” birbirlerine aktarmaya başladığında “topluluklar” meydana gelir. Bizler aktarılan bu deneyime kültür adını veririz. Bir deneyimi, kültürü aktarmanın en iyi formu “hikayeleştirmedir.”
Ortak yaşam deneyimleriyle hikayeleri şekillendiren topluluklar zaman geçtikçe hikayeleriyle hayatlarını şekillendiren toplumlara dönüşür. Örneğin İstanbul ve Elazığ’daki iki genç birbirlerini hiç görmeseler de Türk toplumunun bir parçasıdırlar. Belki hiçbir yaşam deneyimleri ortak değildir ancak “bayrakları, milli marşları ve dilleri” ortaktır. Peki sadece bunlar bir toplumu yaratmak için yeterli olur mu?
TRT yeni dijital platformunu niçin “bizi birleştiren hikayeler” mottosuyla duyurdu dersiniz? Neden diziler, filmler, programlar yerine “hikayeler” kelimesini seçti özellikle?
Hayatımız başlı başına bir olay, mekan, zaman örgüsüdür. Hayatımızın kendisi hikayedir. Gün bitiminde ateş etrafında bir araya gelen gruplar birbirleriyle yaşamlarının hikayelerini paylaşmaya hatta canlandırmaya vakit bulur. Böylece birinin başından geçen kötü bir olaydan diğerleri “ders çıkarabilir.”
Kudret Akın Toker 2020 yılında yayınlanan çalışmasında bu konuyu şöyle ele alıyor:
“Mağara resimlerinden 19. yüzyıl edebiyatına, prime time gündüz kuşağı programlarından ana haber bültenlerine kadar izlenen, okunan, dinlenen yani bir şekilde deneyimlenen içeriklerin tüketilme motivasyonu her zaman “yaşanmamış hayatın tecrübesi”ni kazanmak olmuştur”
Mitlerin Doğuşu
Birbirlerinin yaşam deneyimlerinden faydalanan insan bugün olduğu gibi bilinmezlik karşısındaki merakına yenik düşer ve bilginin peşine düşer. Varlığına dair zihnini kurcalayan sorulara yanıtlar ararken mitleri inşa eder. Antik Yunan yaratılışı Gaia ve Uranüs ile açıklarken Hintliler Brahman ile açıklamaya çalışır.
Mitler; doğa, evren ve insanlığa dair bilgisizliğin dağıtılarak yaşama dair bir temel oluşturulması sağlar. İnsanlar doğayı anlamlandırmak için mitleri şekillendirir (Erdemli, 2015: 107). Bir süre sonraysa mitler toplulukların ortak bilincini oluşturmaya başlar. Artık bu bilinç farklı köylerdeki, şehirlerdeki hatta ülkelerdeki kimselerle de paylaşılabilir. Anadolu’nun köyündeki bir genç anne babasıyla yaşadığı çatışmaları Yunan mitolojisindeki “Kral Oedipus” ile açıklayabilir.
Mitler artık bir toplumun, bireyin karakteristik özelliklerini aktarabilmesini, topluluk üyelerinin aralarında deneyimlerinin ötesinde ilişkiler kurmasını sağlar Göçer, F. (2022). Artık mitler Devdutt Pattanaik’in Mit ve Mitya eserinde belirttiği gibi toplumları birbirlerine bağlayan bir yapı olmaya başlar ve “ortak bir dünya anlayışı” geliştirir. Mitler “bireylerin kolektif yaşamında gerçekleştirdikleri iletişimin bağlayıcı büyüsünü oluşturan harcı oluştururlar” Göçer, F. (2022).
Mitoloji, giderek kalabalıklaşan insanlığın nasıl bir arada düzen ve uyum içinde tutulacağı problemine bir çözüm olur. Mitoloji, ayrı ayrı topluluklardan, düzen içerisinde bir toplum inşa edilmesini ve bu düzen içerisine yaşamı değişen insanlığa bu dünyaya nasıl adapte olacağını göstermiştir. Toker, K. A. (2020).
Binlerce yıl boyunca mitlerden süzülen hikayeler toplumsal değerleri oluşturmuş, “kalabalıklar içindeki insana” nasıl yaşayabileceğini göstermiştir. Kalabalık grupların nasıl düzen içerisinde yaşayacağı problemiyle sadece mitolojik anlatılar değil, dinler de ilgilenmiştir. Bize en yakın örnek, Kur’an-ı Kerim, doğrudan koyduğu birtakım kurallar ile toplumsal düzen modeli oluşturmuş ve çok sayıda kıssaya, hikayeye yer vermiştir. Bu hikayeler özünde zamandan ve mekandan bağımsız, insanlık var oldukça yaşamaya devam edecek hikayelerdir.
Değerlerin Yıkılışı
İnsanlığın hikayelerden yaptığı çıkarımlar ve kutsal kaynaklarından öğrendiği bilgiler nereden geldiği ve nereye gideceği sorusuna yanıt veriyordu. Bununla beraber bu kaynaklar “nasıl biri” olunması gerektiğini de açıklıyordu. Her ne kadar Antik Yunan mitostan, efsanelerden logosa yani mantığa geçişi gerçekleştirse de mitolojik hikayelerin insanlığı şekillendirmesi durmadı ve durmayacak gibi duruyor.
Ancak uzunca bir süreninin ardından 1883 yılında Nietzsche bir şeyi fark etti. İlk bakışta inanç sahibi bireyleri rahatsız eden bir söylem olsa da Nietzsche “Tanrı öldü” dedi. Bunu derken aslında Batı dünyasının Kilise ile ilişkisine dair bir tespit ortaya koymuştu. Kilise’nin ortaya koyduğu “değerlerin” artık bir anlam ifade etmediğinden bahsederek kültürel çürümenin işaretlerini verdi.
Sonraki 60 yıl içerisinde dünya 2 büyük savaş gördü ve özellikle İkinci Dünya Savaşında büyük bir gerçekle karşı karşıya kaldı. Goethe ve nicelerini bağrından çıkaran idealist Alman toplumu tüm dünyaya eşi benzeri görülmemiş bir vahşet yaşatmıştı.
Günümüzde nasıl ki çevremizdeki savaşlar, mezalimler bizlere insani değerleri sorgulatıyor, İkinci Dünya Savaşı’nda da milyonların birbirine girmesi dünya genelinde kabul edilen değerlerin sorgulanmasını beraberinde getirdi.
Sahip olduğumuz kültürün bizler için tanımadığı kimlikler bu ani değişimle beraber çatırdamaya başladı.
İnsanlık on binlerce yıllık sürecin ardından tekrardan kendisini geçmişte konumlandıramadığı, bir zemin inşa edemediği ve bir vizyon ortaya koyamadığı bir kimlik kriziyle karşı karşıya kaldı. Kimileri bunu uyuşturucuyla, kimileri pornografiyle, kimileriyse farklı yollarla aşmaya çalıştı.
Değerlerin Yıkılışına Tepkiler
Kaidelerin yıkıldığı bu dünyayı daha iyi anlayabilme için Levi-Strauss’un Yaban Düşünce kitabında kullandığı “yaptakçı” (bricologe) kavramının bizlere yardımcı olacağını düşünüyorum. Yaptakçı şu anlama gelmektedir: “Farklı kimliklerden aldıkları parçalar ve/ya elinin altındaki kimlik parçaları ile yeni bir kimlik üreten kişi” Yurttaş, S. (2019).
Sizin de karşılaşmış ve tuhaf hissetmiş olabileceğiniz şu örneklerde Yaptakçılığı görebiliriz: “top sakal eşliğinde tespih çeken gençler; camide yeşil pop müzik çalan telefonunu sessize alan yaşlılar; banka reklamlarında oynayan sosyalistler; bayram namazlarına ve bazen de Cuma namazlarına giden komünistleri görmek mümkün olmaktadır.” Yurttaş, S. (2019).
Bir taraftan şemaların, kalıpların dışına çıkıldığının güzel bir işareti olsa da yaptakçılık en nihayetinde “zeminsizlik” probleminden ortaya çıkan bir denemeden, kişinin günü kurtarma çabasından ibarettir.
Günümüzde kimlik krizinin büyük bir göstergesi olan “fanatiklik” bize çok şey öğretebilir. Futbol, bir bütünün parçası olup “kendinden geçmek isteyen” kitlelere seçenekler sunup mantığı bir kenara koyarak karşılarında bir “düşman” yaratma fırsatı verebiliyor.
Futbol kulüplerinin ayrıştırmasının aksineyse milli takımın oynadığı futbol maçlarında normal şartlarda çatışma yaşayabilecek gruplar bir araya geliyor, birlikte tek bir “ortak” arzuda birleşerek yine bir bütün oluşturabiliyorlar.
Bu tarz etkinliklerin ulus kimliği için oldukça önemli olduğunu söyleyebiliriz. 80’li yıllarda askerliğini yapan babamdan öğrendiğime göre milli maç olduğunda herkesin maçı izlemesine özen gösterilir hatta zorunlu tutulurmuş.
Günümüze baktığımızda artık milli maçların bile bizleri kolay kolay heyecanlandırmadığını, maç başı primlerin ve gizli ilişkilerin birçok kişiyi bu ortak değerden soğuttuğunu söyleyebiliriz. Tarihin eski sayfalarındaki görkemli dönemleri düşündüğümüz gibi birkaç futbol maçını hatırlıyor, onlarla duygulanmaya çalışıyoruz.
Ortak değerlerin ve hedeflerin kalmadığı günümüzde bir araya gelmemizdeki yegâne sebep “zorunluluklarımız oluyor.”
100 kişilik amfilere günün ilk saatlerinde giriyor, akşamın karanlığında çıkıyor ve tüm bu zaman içerisinde hiçbir kalbe dokunamıyoruz. Mezun olduğumuzda neredeyse hiçbirimizin amaçları arasında topluma fayda sağlamak öncelikler arasında yer almıyor. Bu duruma ilk açıklama artan ihtiyaçlar, ekonomik sorunlar şeklinde yapılabilse de ben aralarında anlamlı bir ilişki olduğunu düşünmüyorum. Zira Cumhuriyetin idealist öğretmenlerinin yolu olmayan köylere konfor içerisinde gittiğini düşünmüyorum.
Ortak zeminden kopuş bizi birbirimizden uzaklaştırıyor. Şehirleri, ülkeleri, medeniyeti inşa etmedeki en önemli faktörlerden biri iş birliği, dayanışma iken bizler birbirinden uzak deve kuşları olarak başımızı kuma gömüyoruz. Kimimiz tüm gün oyun oynuyor, kimimiz günde 2 paket sigara bitiriyor, kimimiz hayatta ne zaman bir problemle karşılaşsa porno izleyerek kendini uyuşturuyor.
Cumhuriyet tarihimize bakacak olursak türlü şahsi probleme rağmen idealist öğretmenlerden, doktorlardan, memurlardan bahsedebiliyoruz. Örneğin dünya genelince 10 binin üzerinde bebeğin ölmesi ve sakat kalmasına neden olan “Contergan” ilacı yalnızca Amerika ve Türkiye’de vaka göstermemiştir. Hiçbir şahsi sorumluluğu olmamasına karşın Sağlık Bakanlığına müracaat ederek ilacın Türkiye’de ruhsat almasını engelleyen İstiklal Madalyalı bir Prof. Dr. Süreyya Tahsin Aygün gelip geçmiştir.
Ya da izlemediyseniz izlemenizi tavsiye edeceğim Atatürk’ün 100. Doğum gününde yayınlanan ve başrolünde Cüneyt Arkın’ın yer aldığı “Öğretmen Kemal” karakteri vardır. İşgal kuvvetleriyle bir asker olarak savaştıktan sonra cehaletle savaşmak için köy köy gezen, çileler çeken bir öğretmen mitidir Öğretmen Kemal.
Bir tarafta 2023 yılında umutsuzluk içerisinde bir gençlik, diğer tarafta ilk on yılında her yaştan on beş milyon genç yarattığını ifade eden bir Cumhuriyet. Arada ne fark var?
Çöken Bir İmparatorluğun Külleri
1699 yılında Karlofça Antlaşmasında başlayan Osmanlı’nın küçülmesi, 18. Yüzyılda ortaya çıkan Fransız Devrimi ile hızlanır, Batı asimetrik bir büyüme ile aradaki farkı açarken Osmanlı “hasta adam” konumuna düşer.
İmparatorluğun son gayretleriyle yetiştirdiği Cumhuriyet’in kurucu kadroları, doğdukları toprakların kaybedilişine gün gün şahit olurlar. Memleketin sorunlarını tüm çıplaklığı ile görmektedirler ve bu duruma çözümler ararlar.
Neticesinde 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanmasıyla Osmanlı Ordusunun terhisi başlar. Çareyi bölgesel, birbirinden ayrı direnişlerde gören topluluklar kendi cemiyetlerini kurarlar. Bulduğu fırsat ile Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal yüzyıllardır küçülmekte olan bir memleketin yüküyle Samsun’a çıkar. Ulusu bir araya toplar, Ankara’da meclis kurar ve herkesin inancını yitirdiği noktada görülmeyene inanıp bir millete önderlik eder.
Kimliğini, kudretini çoktan yitirip yaşlanmış ve zayıf kalmış, ölmekten başka çaresi olmayan “hasta adam” mitinden alan bir millet; türlü insanlık suçu işlemiş tek dişli canavarları sinesiden söküp attığında artık “Genç Bir Zafer Cumhuriyeti” olmuştur.
İzmir’in dörtte üçü yanmasına, türlü trajediler yaşanmasına karşın Cumhuriyet mağdurlar değil Zaferler Cumhuriyeti olmuştur.
Cumhuriyet Miti
Mustafa Kemal’i ölümsüzleştiren askeri başarılarının yanında önce bizlere sonrasında emperyalistlerle savaşan tüm dünyaya “başarılabileceğini” göstermesi olmuştur. Bununla da yetinmemiş, bizlere Cumhuriyeti armağan etmiş ve ömrünün kalan 15 yılını, yüz yıllar boyunca geri plana atılmış, önemsenmemiş Anadolu’nun, Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasına ayırmıştır.
Memleketin kaderi artık, kafeslerde yetişen, dünyadan bi’haber padişahlar tarafından değil, onun özgürlüğü için canını vermiş, kanını akıtmış milletçe belirlenecektir.
Cumhuriyet, yıllar boyu unutulmuş toprakların bir ulus kimlikle yeniden canlandırılması, hayata döndürülmesidir.
Cumhuriyet, Tokat’ın kırsalında çıplak ayakla koyun güden rahmetli dedem Mehmet Bural’ı alıp öğretmen yapan kuvvettir.
Bağrından Oktay Sinanoğlu, Aziz Sancar, Halil İnalcık ve daha nicelerini yetiştiren bir hayaldir Cumhuriyet.
Mustafa Kemal Atatürk
Sayısız askeri zaferlerinin yanında vizyoner kişiliği ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk üzerinde her daim durulması gereken önemli bir isimdir bizim için. Belki bugün öz eleştiride bulunmamız gereken bir nokta, Mustafa Kemal Atatürk ile kurduğumuz ilişkidedir. Belki de 10 yıllık Cumhuriyet’in yapabildiğini şimdi neden yapamıyoruz sorusuna buradan yanıt bulabiliriz.
Cumhuriyetimizin 100. yılında geldiğimiz nokta, Mustafa Kemal Atatürk’ün bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde sahip olduğu vizyondan koparıldığı, varlığının ölümsüz kısmının unutulduğudur.
Bir tarafta dünyayı takip edebilmek için Fransızca öğrenen, ömrü boyunca binlerce kitap okuyan, askeriyede dergi çıkartıp düşüncelerini korkusuz bir şekilde ifade eden ve bu uğurda vatanın en ücra köşelerine sürgün edilen; Suriye’sinden Kafkaslarına, Çanakkale’sinden Trablusgarp’ına kadar tüm memleketi karış karış gezen, vatanın kurtuluşu için Samsun’a çıkan, türlü sağlık problemlerine karşın mücadeleyi asla bırakmayan, ömrünün son günlerine dek memleket için çalışan bir Mustafa Kemal bulunuyor.
Öte yanda ise karga kovalayan, kuru fasulye ve pilavı çok seven, sarı saçlı, mavi gözlü, yapay zeka görselleriyle ona bakanları mutlu eden bir Mustafa Kemal yer alıyor.
Ne yazık ki, yüzyıllar boyu hüküm sürmüş peder-şahlık makamını sonlandıran Mustafa Kemal’in izinden gittiğine öne sürenler, onun varlığını tunçtan heykellere indirgemiş, onu uç bir noktaya çekerek toplumun bir kesimden isteyerek ya da istemeyerek uzaklaştırmıştır.
Bu kişiler kasıtlı ya da katışız adeta Ali Şeriati’nin şu sözlerini hayata geçirmişlerdir: “Bir hakikati yok etmek istiyorsan; ona “iyi” saldırma, onu “kötü” savun!”
Kurtuluş Savaşı boyunca edebiyatçıları, gazetecileri yanından ayırmamış Mustafa Kemal ile ilgili okuyacağımız, okumamız gereken çok kaynak varken onu sarı saçlı mavi gözlü bir deve indirgememeliyiz.
Son Olarak
Bugün dünya çapında yaşadığımız problem ortak değerlerimizin olmayışı. Ulus olarak yaşadığımız problemse bizi birlikte tutacak, ortak kültürel değerlerimizin giderek içinin boşaltılması.
Günümüzde ne bir psikoloji öğrencisi ne bir hekim ne de bir öğretmen adayı, toplumun kanayan yaralarını nasıl saracağını ciddi anlamda düşünmüyor. Gençlerin ortak hayali en kısa sürede ülkeden çıkmak ve geride bırakılan toprakları unutmak haline gelmiş durumda.
Gençlerin hayallerinin bu noktaya evrilmesinde payı olanlar elbette vardır ancak her birey Viktor Frankl’ın da dediği gibi şartlar ne olursa olsun kendi tutumunu belirlemek ve kendi yolunu seçme iradesine sahiptir.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken toplum olarak ortak değerleri yeniden inşa etmeli; tarihimizden hamaset yapacak değil, geleceğimize ışık tutacak hikayeler seçmeli ve toplumumuzun var olan değerlerini korumalıyız.
Umuyorum ki bu yazı 100 yaşına giren Cumhuriyetimize dair duyduğunuz coşkuyu azaltmamış, içinizi karamsarlıkla doldurmamıştır. Duygusal müzikler eşliğinde yayınlanan reklam filmlerinin gölgesinde Cumhuriyetimizin yeterince hissedemediğimiz ateşi ve dünya olarak sahip olduğumuz problemlerin yok sayılmasının “bizim” için iyi olmayacağını düşünerek bu yazıyı kaleme aldım.
Umarım ki hikayelerin, toplumların, mitlerin ve değerlerin bizler için ne kadar önemli olduğunu hissettirebilmişimdir.
Son olarak, Mustafa Kemal’in 1 metre 74 santim boya, 75 kiloya sahip, 42 numara ayakkabı giyen biri olduğunu unutmayalım. Atatürk’ü bu beden ölçülerine sahip sarışın, mavi gözlü yüzlerce, binlerce kişiden ayıran şey geride bıraktığı hikayesidir.
Peki o hikaye nedir?
Selanikli bir yetimin ölmüş bir imparatorluktan bir Cumhuriyet inşa etme hikayesidir.
İlk yüzyılını tamamlayan genç Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılını coşkuyla kutlayabilmemiz için parçası olduğumuz hikayeleri özenle seçelim.
Cumhuriyetimiz kutlu olsun!
Bu güzel yazı bana Aliya İzzetbegoviç’in sözlerini hatırlattı:
”…Gerçek istiklal, her şeyden önce manevi bağımsızlıktır. Manevi hürriyetini ilk sıraya koyarak onun için mücadele etmeyen bir milletin istiklali, kısa sürede sadece bayrak ve milli marşa indirgenecektir. Gerçek istikale nazaran bu ikisi oldukça küçüktür.”
Emeğinize sağlık! Nice yeniden gerçekten özgür yıllara…
Harika